Araştırmacı Yazar

Liyakatın Yitimi: Bir Toplumun Sessiz Çöküşü

Edebi

Bir toplumun en temel dinamiklerinden biri adalettir. Adaletin yalnızca mahkeme salonlarında değil, aynı zamanda hayatın her alanında hissedilmesi gerekir. Ne var ki, Türkiye’de uzun süredir bu temel değer, ağır ağır aşınmakta. Bu aşınmanın en görünür yüzlerinden biri ise liyakat ilkesinin hiçe sayılmasıdır.

Liyakat; bilgi, yetenek, tecrübe ve dürüstlük esas alınarak bir göreve uygun kişilerin getirilmesi anlamına gelir. Ancak bugün kamu kurumlarında sıkça tanık olduğumuz uygulamalar, bu kavramın içinin boşaltıldığını, yerini kayırmacılığa, adamcılığa ve siyasi sadakate bıraktığını göstermektedir. Görevini hakkıyla yapacak, eğitimini tamamlamış, donanımlı ve idealist bireyler, yalnızca bir “referansları yok” diye görmezden gelinmekte; onların yerlerine hak etmeyen, yalnızca doğru kişilerle doğru ilişkileri kurmuş şahıslar getirilmektedir.

Liyakatsiz kişilerin hak etmedikleri görevlere getirilmesi yalnızca adalet duygusunu zedelemekle kalmaz, aynı zamanda ciddi kurumsal ve toplumsal zararlara da yol açar. Yetkinlikten uzak, bilgi ve deneyim sahibi olmayan kişilerin önemli makamlarda bulunması, karar mekanizmalarının zayıflamasına, hatalı uygulamaların artmasına neden olur. Bu kişiler çoğu zaman işin gerekliliklerini kavrayamaz, doğru analiz yapamaz ve kriz anlarında çözüm üretemez. Sonuç olarak kamu kaynakları israf edilir, hizmet kalitesi düşer, vatandaş mağdur olur. Sadece bireysel hatalar değil, sistematik başarısızlıklar da bu liyakatsizliğin doğrudan sonucudur. Niteliksiz kadroların yaptığı hataların bedelini ise ne yazık ki tüm toplum öder.

Bu durum sadece bireyleri değil, topyekûn toplumu yaralamaktadır. İşsiz genç mühendisler, sınavlardan yüksek puan alıp da mülakatlarda elenen öğretmen adayları, yıllarca akademik çalışma yapıp da kadro bulamayan araştırmacılar… Tüm bu insanlar, sadece liyakatin değil, adalet duygusunun da yitirildiğini gözleriyle görmekte, kalpleriyle hissetmektedir. Bu da toplumun temelinde derin bir güvensizlik, umutsuzluk ve kırgınlık oluşturmaktadır.

Bir ülkede “çok çalışmak” artık başarıya götürmüyorsa, insanlar çareyi “doğru tanıdıklarda” arıyorsa, orada geleceğe dair umut azalır. Genç zihinler, eğitimle değil, torpille bir yerlere gelineceği düşüncesiyle şekillenir. Bu ise uzun vadede yalnızca bireysel değil, kurumsal çöküşe de neden olur. Kamu kurumları işlevsizleşir, hizmet kalitesi düşer, vatandaşla devlet arasındaki bağ zayıflar.

Liyakatsiz atamalar sadece bireysel mağduriyetler yaratmaz; aynı zamanda kurumsal hafızayı yok eder, verimliliği azaltır ve en önemlisi kamunun adalet anlayışını kökten sarsar. Bu da yozlaşmanın sadece sistemde değil, zihinlerde de yer etmesine neden olur. Çünkü bir kişi hak etmeden yükseliyorsa, binlerce kişi de hak ettiği halde yerinde sayıyor demektir. Bu çarpıklığın süreklilik kazanması, toplumu içten içe çürütür.

Oysa ki liyakat, sadece bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda bir ahlak ilkesidir. Bir ülke, liyakati yeniden esas almadıkça ne ekonomik anlamda kalkınabilir, ne sosyal adaleti sağlayabilir, ne de gençlerine umut verebilir. Bu nedenle liyakatin tesisi, sadece bir sistem reformu değil; aynı zamanda toplumsal bir yeniden doğuşun başlangıcı olmalıdır.

Bu toprakların hak eden, çalışan, düşünen, üreten insanlara ihtiyacı var. Torpille değil, emekle yükselen bir düzenin inşası şart. Aksi halde, kaybeden yalnızca bireyler değil; hepimiz, tüm bir gelecek olacaktır.




Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerik korunmaktadır !!