Araştırmacı Yazar

Amerikanlaşan Türkiye Toplumu

Edebi

Bir zamanlar bu toprakların insanı, tanımadığı birine bile sofrada yer açardı; açsa doyurur, yorgunsa dinlendirirdi. Kalpler geniş, gözler merhametle doluydu. Zengin ile yoksulun arasındaki mesafe yalnızca cebindeydi, gönlünde değil. Fakat zamanın acımasız akışı içinde Türkiye toplumu, o eski insani sıcaklığını, o derin vicdan sesini yavaş yavaş kaybetmeye başladı.

Bugün baktığımızda, duygusuzlaşmış bir toplum manzarası çıkıyor karşımıza. İnsanlar artık birbirine selam verirken bile tereddüt eder halde; samimiyet yerini mesafeye, güven yerini şüpheye bıraktı. Herkesin bir diğerinden korunması, kendini savunması gerekiyormuş gibi bir ruh hali hâkim. Maneviyat, eskiden bireyin varoluşunun temel taşıyken, şimdi maddiyatın gölgesinde silinip gitti. Bir insanın ne hissettiği değil, neye sahip olduğu önemli artık. Bir kimlik kartı gibi, marka çantalar, pahalı arabalar, şatafatlı hayatlar taşınıyor omuzlarda.

Bu dönüşümün ardında elbette güçlü rüzgârlar var: Kapitalist sistemin dayattığı “daha çok sahip ol, daha çok tüket” felsefesi ve ardı arkası kesilmeyen ekonomik krizler. İnsanlar hayatta kalmaya çalışırken, vicdanlarını da, erdemlerini de yolda bıraktılar. Ahlaki çöküş dediğimiz şey, bir anda olmadı; adım adım, küçük tavizlerle, yavaş yavaş, ruhlarımızın en derin yerlerine işledi. Başarı artık ne kadar doğru yaşadığınla değil, ne kadar görünür olduğunla ölçülüyor.

Evet, toplum daha seküler bir hâle geldi. Ama sekülerliğin anlamı ne yazık ki burada eğilip büküldü. Gerçek sekülerlik, inancın ya da inançsızlığın kişinin şahsi meselesi olması, kimsenin kimseye bu yüzden üstünlük taslamaması demektir. Oysa burada sekülerlik, sadece içki içmekle, özgürce seks yapmakla, geleneklere küfretmekle sınırlı bir tavır gibi sunuluyor. Bu sahte özgürlük anlayışı, insanı gerçekten özgür kılmıyor; aksine onu daha da köksüz, daha da yalnız bir varlığa dönüştürüyor.

İnsanlar arasındaki tahammül eşiği her geçen gün biraz daha düşüyor. Küçük bir tartışmada kavgaya tutuşmak, sosyal medyada en ufak bir fikir ayrılığında linç etmek, artık sıradanlaştı. Kimse kimseyi anlamak istemiyor; herkes yalnızca haklı çıkmak, üstün gelmek, daha çok bağırmak derdinde. O eski, köy çeşmesinde su taşırken birbirine göz kulak olan insanlar yok artık. Şimdi herkes kendi derdine düşmüş, başkalarının acısına sırtını dönmüş durumda.

Acıma duygusu, empati yetisi – bir zamanlar bizi biz yapan o kadim değerler – zayıfladı. Yolda düşen birine yardım etmek yerine, telefon kameraları doğrultuluyor. Bir felaket haberi geldiğinde üzülmek, dua etmek yerine, sosyal medyada “bu da mı şov?” diye alay eden bir kitle çıktı ortaya. İnsanlar artık birbirinin acısına ortak olmak şöyle dursun, çoğu zaman o acıyı görmemeyi tercih ediyor.

Ve böylece Türkiye, geçmişin sıcak, dayanışmacı toplumundan; bireylerin birbirine yabancı, sevgiden çok şüpheyle yaklaştığı, çıkarların dostlukların önüne geçtiği, derin bir yalnızlık içinde debelenen bir ülkeye dönüştü. Ekonomik krizler belki zamanla atlatılır, sistemler değişebilir; ama ruhlarımızdaki bu yıkım, bu erozyon kolay kolay onarılamaz.

Çünkü asıl yoksulluk, ceplerde değil; kalplerde başlar.


error: İçerik korunmaktadır !!