İletişim: 552 236 8146 -Araştırmacı Yazar

Bir Dağın Yamacında Unutulmuş Zaman: Bir Çobanın Ömrü

Edebi

Dünya dönerken milyonlarca insan oradan oraya savruluyor, kimileri Paris sokaklarında şarap içerken gülümseyip fotoğraf çektiriyor, kimileri Tokyo’nun kalabalığında kayboluyor, kimileri okyanuslarda yüzüp ayaklarının altında bir başka kıtayı hissediyor. Ama bir adam, bir tek adam, doğduğu yerde ölüyor. Ne bir uçağa binmiş, ne bir pasaport görmüş. Yalnızca keçilerini tanır, bir de gökyüzünü.

Adı Mehmet’ti. Onu köyde herkes tanırdı ama kimse hakkında çok fazla şey bilmezdi. Sanki hep oradaydı, sanki hep orada olacaktı. Onun için zaman gün doğumu ve batımıydı; saatleri değil, gölgeleri takip ederdi. Takvimler onun için yalnızca kışın yaklaşmasını, kuzuların doğumunu, yaylaya çıkışı anlatırdı. Öyle bir hayattı ki, her gün birbirinin aynısıydı ama her biri farklı bir sabır sınavıydı.

Sabahın köründe uyanır, ekmeğini böler, yavan çayını içer, sonra dağların sessizliğine karışırdı. Götü hayvanların karşısında, ömrünün yarısından fazlasını dizlerinin üzerinde, elleri çamura bulanmış, gözleri uzaklara dalmış şekilde geçirirdi. Onun seyahatleri, sürüsünün peşinde yürürken gördüğü taşlardı. Onun konserleri, kuzuların meleyişiydi. Onun manzarası, dağın gölgesinde bekleyen rüzgârdı.

Hayat ona ne vermişti? Ne almıştı?

Zaman dediğimiz şey, insanın içini kavuran en adaletsiz mirastır. Kimi insan zamanla birlikte büyür, gelişir, anılar biriktirir; kimisi ise zamanın içinde unutulur. Mehmet zamanı harcamadı; zaman onu harcadı. Her gün bir öncekine benzerken, her mevsim bir öncekinin tekrarı olurken, ruhu yavaşça soldu. Ne büyük sevdalar yaşadı, ne çocuk kahkahaları duydu. Ne deniz gördü gözleri, ne de bir yabancı dil işitti kulakları. Gözlerinin önünden geçen tek manzara, dört ayaklı canlıların yavaş adımlarıydı.

Dünyanın öteki ucunda birileri gençliğini dansla, eğlenceyle, uçuşlarla geçirirken, Mehmet’in gençliği güneşte kavrulan ellerine, çatlayan dudaklarına, yorgan gibi üzerine serilen yalnızlığına kazındı. Ve en acı olan şuydu: Bu hayatı kendisi seçmemişti. Hayat, onun yerine seçilmişti. Babası çobandı, dedesi de öyle. Ve sanki kader, bu zinciri kırmaya niyeti olmayan bir kelepçeydi.

Köyde televizyon yoktu ama radyosu vardı. Bazen geceleri koyunlar uyurken eski frekanslardan uzak şehirlerin sesleri gelirdi. Bir gün bir turistin, “Hayat çok kısa, her anı dolu dolu yaşamalıyız,” dediğini işitti. O an durdu. Gözlerini kapadı. Sessizlik içini kapladı. Yaşadığı hayatın “dolu” olma ihtimali üzerine düşündü. Ne acıydı ki, hayatını dolu dolu yaşamaya dair hiçbir seçeneği olmamıştı.

Belki de Mehmet’in hayatındaki en trajik şey, onun “yalnızca” bir çoban olduğunun düşünülmesiydi. Oysa o, göğün her halini bilen bir gökyüzü gözlemcisiydi. Bir hayvanın hasta olup olmadığını bakışından anlayacak kadar sezgiliydi. Ayın ne zaman doğacağını, karın ne zaman yağacağını rüzgârın sesinden bilirdi. O doğayı ezbere biliyordu. Ama doğa onun yalnızlığını paylaşamıyordu.

Bir gün hastalandı. Keçileri onun önünde durdu, ama o ayağa kalkmadı. Gözlerini kaparken, bir kere olsun başka bir ülkenin toprağına ayak basmadan, bir başka dilin şarkısını duymadan, denizin tuzunu tatmadan gidiyordu. Kimsenin onun hikâyesini yazmayacağını bilerek…

Hayat, bazen en ağır cezayı suçu olmayanlara verir. Mehmet’in suçu yoktu. Sadece dünyaya yanlış yerde doğmuştu.

Ve biz? Dünya bizim önümüzde uzanırken, zamanın değerini bilmeden yaşıyoruz. Ama bir çoban, bir dağın yamacında, hayatını sessizce harcarken, bize zamanın aslında ne kadar zalim olduğunu fısıldıyor.

Belki de Mehmet’in hayatı bir trajedi değil, bir uyarıydı:

“Zamanın kıymetini, onu sadece izlemekle yetinen birinin gözlerinden öğrenin.”


Bir yanıt yazın

error: İçerik korunmaktadır !!