İletişim: 552 236 8146 -Araştırmacı Yazar

İnternet Öncesi Hayat: Sessizliğin ve Beklemenin Çağı

Psikoloji/Sosyoloji/İlişkiler

Bir sabah uyanıp cep telefonuna bakmadan kahvaltı ettiğinizi hayal edin. Bildirim yok, ekran yok, sürekli akan bir haber trafiği yok. İşte bu, bir zamanlar sıradan bir gündü. İnternet öncesi hayat, bugünün insanına uzak, hatta neredeyse yabancı bir sessizlikle doluydu. O sessizlikte hem bir yavaşlık hem de bir derinlik saklıydı.

O zamanlar bilgiye ulaşmak bir yolculuktu. Merak ettiğimiz bir şey olduğunda hemen Google’a yazmak yerine büyüklerimize sorar ya da ansiklopedileri karıştırırdık. Evlerin çoğunda bir Ana Britannica seti olurdu; o kalın ciltleri karıştırmak bile başlı başına bir serüvendi. Herkesin evinde “bilge” biri vardı; dayılar, teyzeler ya da komşu amcalar… İnternet yoktu ama sohbetler çoktu. İnsanlar birbirine danışırdı, dinlerdi, anlatırdı.

İletişim de bambaşkaydı. Mektuplar yazılırdı özenle. Kalemle yazılır, zarfa konur, üstüne pul yapıştırılırdı. O pulu seçerken bile bir anlam yüklenirdi. Cevabını beklemek haftalar alabilirdi ama o bekleyişin kendisi bile bir heyecandı. Beklemek, sabrın doğal bir parçasıydı. Şimdi saniyeler içinde yanıt alamayınca huzursuzlanan bizler, o zamanlar zamanla dost gibiydik.

Telefonlar evlerde sabit olurdu. Tuşlara değil, döner numaralara sahip olanlardan bahsediyorum. Telefon çaldığında herkesin ilgisi ona yönelirdi çünkü kimden geldiğini bilme şansın yoktu. Aniden gelen bir haber, bir ses… Her arama bir sürprizdi. Ve çoğu zaman insanlar birbirine “bir ara uğrarım” derdi ve gerçekten de uğrarlardı. Randevulaşmak gerekmezdi, zaman daha esnekti.

Çocukluk sokağın içindeydi. Bilgisayar başında değil, toprakta, ağaçta, beton kenarında büyürdük. Sabah evden çıkıp akşam ezanıyla dönerdik. Saklambaç, sek sek, birdirbir, istop… Oyuncaklarımız çoğu zaman kendi hayal gücümüzdü. Bir tahta parçası bazen silah olurdu, bazen araba. Arkadaşlıklar, sosyal medya profilleriyle değil, dizlerdeki yaralarla ölçülürdü.

Televizyon bile bir ritüeldi. Tek kanallı dönemlerde herkes aynı saatte aynı programı izlerdi. Yayın başlarken ekranın üstünde Türk Bayrağı dalgalanır, İstiklal Marşı çalardı. Akşam haberleri başlamadan sofraya oturulmazdı. Cumartesi geceleri “Kemal Sunal filmleri” vardı, pazar sabahları “Susam Sokağı”… Bugün herkesin kendi ekranı var, ama o zaman tek ekran herkesin kalbini birleştirirdi.

Peki o günlerde hayat kolay mıydı? Hayır. Ama anlamlıydı. Zordu ama içtendi. Her şey bu kadar hızlı ve yüzeysel değildi. Duygular daha yoğun yaşanır, başarılar daha çok emekle kazanılırdı. Fotoğraf çekmek bile özeldi. Filmler yavaş yavaş biter, banyoya verilirdi. Anılar bugünkü gibi silinip yenilenemezdi. O yüzden kıymetliydi.

Bugün, her şey elimizin altında. Her bilgiye bir tıkla ulaşıyoruz, her insana bir mesajla. Fakat bazen düşünüyorum da; her şeyin bu kadar kolay ulaşılır olması, acaba gerçekten ulaşmamızı mı sağlıyor? Yoksa bizleri yüzeyde mi bırakıyor?

İnternet öncesi hayat, bugünkü kadar hızlı değildi ama daha gerçekti. İnsanlar daha çok konuşur, daha çok hissederdi. Belki teknoloji bize birçok kolaylık sundu ama insan olmanın yavaş, sabırlı ve derin tarafını da bizden biraz alıp götürdü.

Belki de bugün bize düşen, bu iki dünyayı birleştirmek: İnternetin hızını kullanırken, geçmişin samimiyetini unutmamak. Dijital çağda bile, bir mektup yazmak, bir çocuğu sokağa çıkarmak, bir dostla göz göze sohbet etmek hâlâ mümkün. Çünkü bazı duygular ne kadar teknoloji gelişirse gelişsin, hep aynı kalır: Özlem, dostluk ve gerçek iletişim.


error: İçerik korunmaktadır !!